Doğumgünü çocuğu Hussein Hussein doğumgününü kutladı dün akşam. Her sene büyük bir kutlama yapıyormuş. Biz bu sene ilk kez katıldık. Doğumgününü vesilesiyle senede bir gün bütün çevresiyle bir araya geliyor. İçten cümlelerle bir davetiye hazırlamış. Herkesi uyarmış davetiyesinde: “Lütfen hediye getirmeyin! Onun yerine Lübnandaki ihtiyaç sahipleri için ortaya birşeyler koyalım hep birlikte” Sordum eşine. 70 kişi gelmiş. Nasıl rengarenk bir ortam. Daha çok sarı bir ortam:) Davetliler arasında Alman-Türk, Alman-Arap, Alman-Rus da var. Herkes Almanca konuşuyor, herkes birbiriyle konuşuyor. Kendi içinde gruplaşan ve farklı bir dilde konuşan yok. Zaten çoğu birbirini tanıyor. Tanımayanlar ise ortak konularda konuşarak tanışıyor. Bizim masa kız tarafı 🙂 O yüzden damat Hussein’in çevresini tanımıyoruz. Herkes Almanca konuşsa da farklı hissediyorum kendimi bu ortamda. Bir doğumgünü kutlamasındayız, Bierbank’da (bank) oturuyoruz, ama bira kokusu yok. Sarhoş olup saçmalayan, saçmalarken kadınları aşağılayan erkekler yok. Sigara dumanı yok. Belki de içen var ama dibimde içen yok. “Senin ne işi var burda?” der gibi bakan yok. Bir farklı sıcak. Sanki akrabalar birbirleriyle. Hussein’in babası mangalın başında. Hava aşırı sıcak. Oturduğumuz yerde terliyoruz. Ama Hussein’in babası saatlerce kalıyor mangalın başında. Yanında yardımcılarıyla. Gelini “O ordan ayrılmaz zaten” diyor. Hussein ve annesi ne kadar sosyalse o o kadar içine dönük biriymiş. Ama nasıl tatlı bir baba. Hepimiz biliyoruz o yaşlardaki Müslüman teyze ve amcaların doğumgünü alışkanlıkları olmadığını. “Doğumgünü de neymiş” deyip geri çekilmek yerine, Oğlu için nasıl da uyum sağlamış ortama. Köftenin hamurunu Hussein kendi elleriyle hazırlamış. Eşi de işten sonra üç tepsi kek yapmış. “Maşallah hangi ara yaptınız bunları?” dedim. “Akşam 9’da” dedi. Hussein’in eşi iş seyahatleri yapan biri. Aşırı yoğun yani. Haftaiçi yine 3 gün iş seyahatindeymiş. “Çok yorgunum, nerden çıktı bu doğumgünü daveti” demek yerine son enerjisini eşi için mutfakta kullanmış. Yardım eden pek çok insan vardı. Annesi bir ara babasıyla misafirlere yeni banklar açıyordu. Annesini de hiç otururken görmedim. Misafirlerine ailece gösterdikleri ilgi alakaya hayran kaldım. Doğumgünü çocuğu Hussein de hiç oturmadı. Bir yandan babasına köfte taşıyor, bir yandan eksikleri gözlemliyor, bir yandan da gelen herkesi karşılıyordu. Misafirlerle tanışmaya başladım. Suriye’den gelmiş bir kadın. Geleli 8 sene olmuş. Kendini rahatlıkla ifade edebilecek şekilde Almanca öğrenmiş. Çocukları biraz daha büyüdüğünde meslek eğitimi almak istiyormuş. Gelen misafirlerin bir kısmı çok yaşlı, bir kısmı orta yaşlı, bir kısmı kendi yaşıtları. Tabi bir sürü de çocuk vardı. Onlara özel şişme oyun parkı (Hüpfburg) kurulmuş. Bir teyzeyle tanıştırdı eşi bizi. “Hussein’in British anneannesi” dedi. Kadın ne güzel şeyler söyledi manevi torunu hakkında. Bir karı koca geldi. Hussein’in eski öğretmenleriymiş. Genç bir adam hava kararınca her yere lamba yerleştirdi. “Bu da en yakın arkadaşı” dedi eşi. Lübnanlı veya Müslüman değil. Onca farklılığa rağmen çok yakın arkadaş olmayı başarmışlar. Arkadaşının yaşam tarzını bilmiyorum. Hussein dindar bir Müslüman. Ama sınırları engel olmamış kurdukları dostluğa. “Nereden tanıyor bu kadar insanı?” diye sorduk eşine. “Her yerden” dedi. Dünyanın farklı ülkelerinden, farklı şehirlerinden gelenler olmuş. Bir kısım dostluklar anne babasıyla başlamış. Hussein o dostlukların içinde büyümüş. Ailesi Almanya’ya 30 sene önce gelmiş. Geldiği gibi toplumun içine girmişler. Gönüllü işler yapmış annesi. Çok büyük bir çevresi var. Son 12 senedir ise bir yardım kuruluşunda resmi çalışıyor. Yeni gelen ailelerin ihtiyaçları, problemleriyle ilgileniyor. Görüntüsüne baktığınızda, başörtüsünü geniş örten, uzun uzun elbiseler giyinen bir kadın. Bu şekilde sevilmiş, bu şekilde kabul görmüş toplumda. Oğlu Hussein de onun kadar sosyal yetişmiş. Kocaman bir çevre kurmuş kendine. Tanıştığı insanları bırakmamış. Aramaya, sormaya, görüşmeye devam etmiş. Eski iş arkadaşları arkadaşları olmuş. Girdiği yönetim kurullarında (Vorstand) dedelerle arkadaş olmuş. Her yere girmiş çıkmış. Eşi diyor ki “Yaşadığı yeri çok seviyor. Tatilde sıkılıyor buraları özlediği için. Haftasonları sabah erkenden kalkıp yaşlılarla yürüyüş yapıyor. Hafta içleri akşamları arkadaşlarıyla buluşuyor. Sürekli insanlarla irtibat halinde.” Oturduğum masada “Hussein Youtuber olmalı, daha büyük bir kitleye ulaşmalı, gençler onu tanımalı” dedim. Eşi “Yapmaz” dedi. Hussein geldi masaya. “Sen Youtuber olsana” dedim. “Neeeeee”(olmaz) dedi. Ama “Ben yapamam öyle birşey” demedi:) Valla ümitliyim. “Valla ikna olursa yapar” dedim durdum içimden 🙂 Teknik bir ekip kursa kendine. Hayatlarından kesitler paylaşsa, çevresindeki insanlarla buluşup muhabbet etse ve o muhabbetler Youtube’da yayınlansa. Çevresinde kitap gibi insanlar var. 70-80 seneyi geride bırakanlar, toplum için yerinde duramayan iyi insanlar, çalışkan, üretken gençler.. Var da var.. Konuşacakları konular eminim gençlere yol gösterir. Her gencin aile içinde Hussein’in gördüğü desteği görme imkanı yok. Ama Youtube’da kendilerini geliştirme imkanları var. Hussein dört ay önce başlamış doğumgününü organize etmeye. Her sene bu şekilde kutladığı için çok tecrübeli. “Sen Eventmanager da olabilirsin” dedim. Adama neden yeni bir iş arıyorum bilmiyorum:) Zaten iyi bir işi var. Aslında ne kadar güzel bir tablo. Bir insanın sadece bir iş değil, bir kaç iş yapabileceğini gösteriyor. Hayran kaldım Hussein ve ailesinin insan ilişkilerine. Biz dün Hussein’in doğumgününü kutlamadık sadece. Hussein’in ömrünü kutladık! Onun yaşantısından kendime şu notları aldım: Göçmen çocuğu Hussein yaşadığı şehre kendini ait hissediyor. İnsanları dili, dini, ırkına göre seçmiyor. Herkese sıcak davranıyor, gülümsüyor, değer veriyor. Yerinde durup beklemiyor. Harekete geçiyor. Üretiyor. İnsanlarla tanışıyor. Tecrübelerini dinliyor. Toplumu gözlemliyor. Olumsuz olayları, olumsuz insanları kafasına takmıyor. Doğumgünlerinde bile toplumun farklı kesimlerini bir araya getiriyor, ihtiyaç sahipleri için bağış topluyor. Kendi değerleriyle kurduğu dünyasında kendi kalmaya, insan sevmeye, insanlarla tanışmaya ve insana değer vermeye devam ediyor. Allah razı olsun! Allah daim etsin! *** Toplumda karşılaştığım insanları yazıyorum. Size anlatmak istediğim yaklaşık 100 hikaye var. Bir de bir bölüm hazırlıyorum sizin için. Siz yazacaksınız ben paylaşacağım. Sizi buluşturabilmek için desteklerinize ihtiyacım var. Burdan üye olabilir: Üye ol! Burdan blogda yaptığım çalışmalara destek olabilirsiniz: Destek Ol!
Blog TR
Kendimi yalnız hissediyorum!
Kendimi yalnız hissediyorum Almanya’nın farklı şehirlerinden, hatta dünyanın farklı ülkelerinden insanlarla görüşüyorum senelerdir. Hemen hemen hergün. Hemen hemen herkes aynı şeyi söylüyor: Kendimi yalnız hissediyorum! İzole bir yaşam sürdükleri için değil, İlgilerini çekmeyen ortamların, muhabbetlerin bir parçası olmak zorunda kaldıkları için yalnız hissettiklerini söylüyorlar. Hepsi sosyal insanlar. Hayatları insanların içinde geçmiş. Hala da öyle. Çevreleri kalabalık. Telefon rehberlerinde yüzlerce insanın telefon numarası var. Sosyal medya hesapları hakeza. 300-500 kişi var listelerinde. Ama iç dünyalarında yalnızlar. ‘Sadece bir kişi istiyorum. Bir kişi olsun hayatımda beni anlayan’ diyor bir arkadaş. ‘Gereksiz konulara vakit ayırmak istemediğim için uzaklaştım kalabalık gruplardan’ diyor bir başka arkadaş. ‘Keşke kimseye faydası olmayan muhabbetlerle vakit öldüreceğimize birbirimizi geliştirecek konular konuşsak’ diyen var. ‘Kötü gün dostu istemiyorum, iyi gün dostu istiyorum’ diyen de. Şöyle sözler duyuyorum diğerlerinden: ‘Girip çıktığım her ortamda para konuşuluyor. Boğuluyorum.’ ‘Tek konuşulan konu Türkiye ve siyaset.’ ‘Yemek tarifi konuşmak istemiyorum.’ ‘Okuduğum kitapları konuşabileceğim bir çevrem yok’ ‘Sadece Almanların olduğu ortamlarda hissettiğim yabancılığı sadece göçmenlerin olduğu ortamlarda da hissediyorum’ Herkes bir şekilde kabullenmiş yalnızlığını. Herkes bir şekilde kendine bir çözüm yolu bulmuş. Kimileri çevresindeki insanlarla anı yaşıyor, İç dünyasında yalnız kalmaya devam ediyor. Kimileri ise tamamen kopmuş insanların olduğu ortamlardan. ‘Bana hiçbir getirisi yok bu ilişkinin.’ diyor Evde dizi izliyor, film izliyor, kitap okuyor. Mutfakta yeni yeni tarifler deniyor. Spor yapanlar var. Göl, nehir kenarlarında yalnız yürüyenler var. Bahçesindeki meyve sebzeyle dertleşenler var. Sosyal medya fenomenlerini kendine arkadaş edinenler bile var. Halinden memnun olan da var, olmayan da. Halinden memnun olmayanlar hala bir arayış içinde. Yeni yeni insanlarla tanışıyorlar. Bazı yeni tanışmalar derin dostluklara, Bazıları ise hayalkırıklıklarına dönüyor. Herkes gibi ben de zaman zaman kendimi yalnız hissediyorum. Bazen bir ortamda konuşulan konu ilgimi çekmediğinde yerdeki karıncaları, gökyüzündeki bulutları izliyorum. Bazen kulaklık takıyorum. Zaten muhabbetin muhattabı ben değilim. Sadece o an o ortamda olmam gerektiği için ordayım. İç dünyamı anlatamadığım, karşımdaki insanla derin bir muhabbet kuramadığım buluşmalar arttığında içimdeki yalnızlık büyüyor. Pek çok metod denedim ilişkilerimde. Şöyle bir çözüm buldum kendime birkaç sene önce: Anlaşıldığımı hissettiğim, ortak konulara ilgi duyan kişileri sosyal medyada bir listede topladım. Şuan Whatsapp’de. Geçen sene Instagram’daydı. Seneye nerde buluşuruz bilmiyorum 🙂 Listedeki isimler ara ara değişiyor. Ortalama 30 kişi var. Dünyanın farklı ülkelerinde yaşıyorlar. Annem de var, yengem de. Arkadaşım da var, arkadaşımın çocuğu da. Instagram’da herkese açık kullandığım hesabımda tanıştığım insanlar da, çocukluk arkadaşlarım da. 60 yaş üstü de var, 18 yaş altı da. Ev hanımı da var, kariyer yapan da, akademik çalışmalar yapan da. Bebekli depresif anneler de var :=) Kimseyi etiketlerine göre seçmedim. Tek bir amacım vardı: Çevremle irtibatta kalmak ve muhabbet etmek. Muhabbete dahil olmak isteyen herkese açtım paylaşımları. Sesi soluğu çıkmayan herkese kapattım. Ne paylaştım? Ne paylaşıyorum? Gündelik hayatımda karşıma çıkan olayları. Bazen bahçedeki salatalıkla yaptığım muhabbeti paylaşıyorum. Bazen toplumda gördüğüm yanlışları. Bazen hayalini kurduğum toplumu. Bazen özel paylaşımları. Bazen gelen mesajlardan ekran kaydı alıyorum. Öyle güzel mesajlar geliyor ki. Ortanca paylaşmıştım bir gün. Onu alabilmek için 2 ay Cafe’de kahve içmediğimi söyleyince şöyle bir yorum gelmişti: Sosyal medyada kendime kurduğum küçük dünya içimdeki yalnızlığı dindirdi. Kimse bana ‘Nasılsın?’ diye mesaj yazmıyor artık. Podcast gönderiyor. Kitap kapağı gönderiyor. Yazı gönderiyor. Youtube videosu gönderiyor. Ve altına şöyle yazıyor: Bunu bir dinle/oku/izle sonra üzerine konuşalım. Bazen 10-15 dakikalık sesli mesajlar geliyor. Mesaj şöyle başlıyor:‘Yine bir şey yaptım. Doğru mu yaptım bilmiyorum. Senin fikrini merak ediyorum.’ Herkes birbirinin düşüncelerinden istifade ediyor. Bir odada toplanıp ilgimizi çekmeyen konularda muhabbet etmek yerine, internette konuların etrafında toplanıyoruz. Pek çok pozitif etkisini gördüm bu metodun. En önemlisi; Hayatımda olan insanları okumak (burdaki yazıda anlattığım gibi) ufkumu geliştirdi. Belki seneler öncesinde kalsaydı bu ilişkiler, Birbirimizi bu kadar anlamayacak, Birbirimizin tecrübelerinden faydalanamayacaktık. Bazen bulunduğumuz ortamlar fırsat vermiyor ilişkilerimizi derinleştirmeye. Bazen grup ilişkileri izin vermiyor. Bazen öne çıkan kimlikler izin vermiyor. Bazen etiketler izin vermiyor. Bazen takıntılar izin vermiyor. Sosyal medyada ise kontrol kendi elimizde. Ortama uyum sağlamak zorunda değiliz. Muhabbeti yönetmek kendi elimizde. İlgi duymadığımız konulardan uzaklaşmak kendi elimizde. Kendinizi gerçekten yaşadığınız yerlerde yalnız hissediyorsanız kendinize sosyal medyada küçük bir dünya kurabilir, insanları iç dünyanıza misafir edebilirsiniz. Önce herkese açık paylaşabilirsiniz ilginizi çeken konuları. Gelen yorumlar rahatsız ediyorsa küçültün listeyi. (Beni yorumlardan çok sessiz izlenmek rahatsız ediyor.) Emin olun en az 5 kişi bulacaksınız ortak konular konuşabileceğiniz. Onların da yalnızlığına merhem olacak bu paylaşımlar. ‘Ne paylaşayım ki?’ diyorsanız eğer, Zihninizde anlam bulan herşeyi. ‘Keşke şuan biri olsa da şu konuyu konuşsak’ dediğiniz herşey. Zamanla muhataplarınızı daha iyi tanıyacaksınız. Ortak konularınız olacak. Sevdikleriniz uzakta olabilir. Senelerdir görüşmüyor olabilirsiniz. Ama yalnız değilsiniz. Sizi seven, sizi anlayan, sizinle aynı dili konuşan insanlar var. Yapmanız gereken tek şey onlara ulaşmak.
Seni okumaya geldim..
Seni okumaya geldim.. Kendimle buluştuğum günlerden biri. Cafedeyim. „Ne içersin?“ dedim kendime. „Kahve alayım“ dedi. „Nasıl hissediyorsun şuan kendini?“ diye sordum. Başladı anlatmaya. Güneşle birlikte doğdum güne. Gün içerisindeki en büyük hedeflerden biri belki de bu. Çevremle birlikte güne başlamak. Karga geliyor her sabah bahçeye. Bakışıyoruz. “Günaydın arkadaşım!” Kuşlar başlıyor cıvıl cıvıl ötmeye. “Ooo şenlik var sizin mahallede!” Horoz sesleniyor yan bahçeden. „Sana da günaydın sevgili horoz!” Karıncalar çıkıyor yuvasından. Sessiz bir gecenin ardından, Hayat yeniden başlıyor. Herkes görevinin başında, Herkes bir işle meşgul. Dakikalarca gökyüzünü izliyor, bulutların gelmesini bekliyorum. İlk görünen bulutta “çok şükür” diyorum. Çok geçmeden hüzün kaplıyor içimi. Gelen bulut bir kaç dakika sonra gidiyor. Dünyayı durduramıyorum. Zamanı durduramıyorum. Ölümü hatırlıyorum o an. Acaba ne kadar vaktim kaldı bu dünyada? Neler yapabilirim kalan vaktimde? Neler üretebilir, Neleri değiştirebilirim? Değiştiremediğim şartlara nasıl uyum sağlayabilirim? Bazen kitap okuyorum güneş doğarken. Bazen çevremi kitap gibi okuyorum. Bu sabah da öyle bir sabahtı. Arkadaşımdan gelen sesli mesajları sesli kitap gibi okudum. Anlaşılmıyor olmaktan, iç dünyasındaki yalnızlıktan bahsetmiş. Denize benzettiğim yalnızlığımdan bahsettim ona. “Şiir defterime yazıcam bu cümleleri” dedi. “İlk kez şiir defterime bir misafir konuk olacak” dedi. Allahım nasıl güzel bir yorum! Misafir oluyorum ona. Bedenimle değil, ruhumla. Sabah sabah derinleştim onun mesajıyla. Düşüncelere daldım yine. Çevremde herkes kitap gibi. Onları dinlemek kitap okumak gibi. Kitabı yayınlanmamış yazarlar her biri. Bazen ekran kaydı alıyorum yazdıkları mesajlardan. Basılmasa da, seneler sonra fotoğraflarıma baktığımda tekrar karşıma çıksın bu yazı istiyorum. Bazen not defterime taşıyorum mesajı. Bazen kendime bir yazı yazıyorum. Bazen paylaşıyorum yazıyı, bazen paylaşmıyorum. Çevrem benim kitaplığım aslında. Sık sık fikrine ihtiyaç duyduğum isimleri gündelik okuduğum kitapların arasına koyuyorum. Mutfakta usta olanlar bir rafta. Dünyayı iyi tanıyanlar bir rafta. Psikolojik konular bir rafta. Sosyolojik konular başka bir rafta. Bilimsel konular, yeni trendler, dijital dünya, Gen Z, Gen Alpha, Gen Boomer derken raflarım birbirinden farklı kitaplarla şekil alıyor. Her bir rafta hayat hikayeleri var. Bazen ağlıyorum onların hayatlarını okurken, bazen kahkhalarla gülüyorum, Bazen cesaretlerinden, Bazen pişmanlıklarından ders alıyorum. Riske girmeyi sevenler heyecanlandırıyor beni. Pes etmeyenler güçlendiriyor. Birşeyleri ilk kez deneyenler motive ediyor. Kimler yok ki kitaplığımda?Ailem, akrabalarım, arkadaşlarım, hayatlarına ‘Abla’ olarak alanlar, iş hayatımda karşıma çıkan insanlar, gönüllü işlerde tanıştığım hayatlar, spor kulüplerindeki ilişkilerim, çocuklarımın arkadaşlarının aileleri. Mücadele var. Motivasyon var. Direnç var. Dram var. Başarı var. Başarısızlık var. Sabır var. Ümit var. Bir de memnun olmadığım ilişkilerim var kitaplığımda. ‘Zorunlu ilişkilerim’ adını taşıyan rafta yerini alanlar. Elimin pek ulaşmadığı yere koyuyorum. Mecbur kalmadıkça okumuyorum. Bir de okurken sıkan kitaplar var. Deniyorsun deniyorsun bir türlü ilerlemiyor. Bir kaç sene veriyorum aramızdaki ilişkiye. Değişmiyorsa çıkartıyorum kitaplığımdan. Seneler sonra tekrar denemek üzere kartona koyuyorum. Çünkü bazı karşılaşmaların yanlış zamanda olduğunu düşünüyorum. Kitabı kartona koyarken ‘Belki de benim seni okuyabilmem için önce kendimi okumam ve gelişmem gerekiyor. Belki de senin kendini okuman gerekiyor.’ diyorum. Senelerdir dokunmadığım kitaplarım da var kitaplığımda. Hayatıma almış, öylece bırakmışım bir kenarda. Yeni kitaplarıma odaklanmış, eskilerin hayatıma kattığı değeri unutmuşum. Belki de artan kitap sayısı arasında kaybolup gitmişler. Bir gün seni okuyacağım diye diye seneler geçmiş. Okuyamamışım. Buluşamamışım onların fikir dünyasıyla. Yeniden okumaya başladığım kitaplar da var. On sene önce anlamadığım kitapları daha iyi anlıyorum bazen. Bazen on sene önce anladığım kitapları bugün anlamıyorum. Yeniden kararlar alıyor, kitaplığımdaki yerini değiştiriyorum. Buluştuğum her insana içimden ‘Seni okumaya geldim’ diyorum. Bana öyle şeyler anlat ki, Burdan ayrılırken ikimiz de ‘İyi ki gelmişim. İyi ki vaktimin iki saatini seninle geçirmişim’ diyebilelim. Dünyanın dört bir yanında insanlar hak mücadelesi verirken, acı çekerken, yaşadığımız toplumda üzerimize almamız gereken sorumluluklar varken, oturup kalkıp konuşacağımız konular sulu börek, temizlik, onun bunun hayatı olmamalı. Sen nasıl oluşturuyorsun çevreni? Kitaplığında kimler var? Kim, ne katıyor ilişkine? Kiminle gelişiyor, kimlerle yerinde duruyorsun? Kimler dinliyor seni? Kimler susturuyor? Kimler dalıyor seninle denizin dibine? Kimler denizin kıyısında bekliyor?
Kendini nereye ait hissediyorsun?
Kendini nereye ait hissediyorsun? “Kendini nereye ait hissediyorsun?” diye soruyorum çevreme. „Hiçbir yere” diyor biri. Bir diğeri „Berlin’de büyüdüğüm mahalleye“ diye cevap veriyor. “Hem Türkiye’ye, hem de Almanya’ya” diyenler çoğunlukta. „Türkiyeyle hiçbir bağım yok benim“ diyor başka bir arkadaş. Alman toplumundan nefret eden de var, Türk toplumundan nefret eden de! “Dünya insanıyım ben” diyor biri. Yakın çevresine sadece Türkçe konuşan insanları alanlar da var, kayınvalidesiyle, eşiyle, çocuklarıyla dört beş dört dilli ilişkiler kuranlar da. Çemberi daraltıyor bazıları. “Kadın da olsam kadınların olduğu ortamlara ait hissetmiyorum” diyor. „Özgür yaşıyorum ama özgürlük adı altında herşeyi deneyen insanlara ait hissetmiyorum kendimi“ diyor bir arkadaş. “Başörtülüyüm ve dini sınırlarım var. Ne dindar cemaatlerde kabul görüyorum, ne de liberallerin arasında” diyor bir başka arkadaş. Kimi bağlı olduğu tarikatı söylüyor, kimi cemaati. Herkes bir şekilde bir yerlere ait, bir yerlerde yabancı hissediyor kendini. Bugün bir arkadaşla konuşuyorduk bu konuları. “Kendimi nereye ait hissediyorum biliyor musun?“ dedim. „Spor salonuna” Sağlık sıkıntılarım yönlendirdi beni spora. Dinmeyen baş ağrılarım, kas, mide, bağırsak problemlerim, yaşadığım gündelik stres kısa sürede kayboldu gitti. Daha da ötesi oldu. Toplumda aradığım pek çok şeyi spor salonunda buldum. Birbirini gören, dinleyen, anlayan, gülümseyen, eleştirmeyen, küçümsemeyen insanlarla karşılaştım. İçinde yaşadığım toplumla karşılaştım aslında spor salonunda. Farklı bir boyutta. Kim, kimdir bilmiyorum. Kimse bilmiyor. Kim göçmen, kim burda doğmuş anlaşılmıyor. Kimse de sormuyor. Bazen kapıda duran arabalardan anlıyorum içerde zenginler olduğunu. Bazen içeri bir kadın giriyor. Herkes tanıyor onu. İsmini Google’e verince anlıyorum politikacı olduğunu. Kimse kimseyi parasıyla, akademik kariyeriyle, pozisyonuyla dövmüyor. Kimse kimseye silik davranmıyor. Herkes kalp atışlarıyla meşgul. Herkes nefes nefese kalıyor. Herkes zorlanıyor. Bazen derin derin nefes alan, “ölüyorum” diyen teyzeler diğer teyzeleri güldürüyor. “Kaç yaşındasınız?” diye soruyorum teyzeye. “80 yaşındayım” diyor. 5 sene önce başlamış spor yapmaya. ** Bazen çok fazla somurtan insanla karşılaşıyorum gün içerisinde. Yüzü gülen birilerini görmek için Fitness’e gidiyorum. Önce antrenörler gülümseyerek karşılıyor. Sonra diğer kadınlar. Herkes birbirine selam veriyor. Öğle vardiyesinde olan antrenörler sonradan geliyor. Uzaktan ‚Merhaba‘ deyip sürü muamelesi yapmıyorlar. Tek tek yanımızdan geçip gözlerimizin içine bakarak gülümsüyorlar. ** Kimse kimseye “Yapamazsın, başaramazsın” demiyor. Kimse kimseyi iğnelemiyor. Kimse kimseye eksiklerini hatırlatmıyor. Kimse kendiyle alakalı problemlerini başkasına kusmuyor. Kimse kimsenin dış görüntüsünü bakışlarıyla küçümsemiyor. Ev kıyafetleriyle gelen de var, baştan aşağı marka giyinen de. ** Kimse bana “Neden başörtülüsün?” diye sormuyor. „Türk müsün?“ diye soran da yok. Ramazan’da susuz kalacağımı bilen antrenör „Çok sağlıksız yaptığın“ demiyor „Olsun, Ramazan’dan sonra devam edersin“ diyor. Ramazan sonrası „Nasıl hissediyorsun 1 ay oruç tuttuktan sonra?“ diye merak ediyor. Kimse aksanlı Almanca konuşan kadınlara “Mülteci misin?” diye sormuyor. Bazen dakikalarca Ukraynaca konuşuyor bir grup kadın. Farsça konuşuyor bazı kadınlar. Kafa sallayan da yok, parmak sallayan da. ** Bazı insanlar sınırları koruyor. Bazıları ise hemen muhabbete giriyor. Sporla başlıyor muhabbetler. Sonra iş hayatı, çoluk çocuk, ev işleriyle devam ediyor. Bazen ağır gelen annelik görevlerimden bahsediyorum. “Seni çok iyi anlıyorum” diyor karşımdaki anne. O da kendinden bahsediyor. Bazen kızını bırakacak yeri olmadığından yanında getiriyor. “Ben de torunuma bakıyorum. Beş dakika oturamıyorum yerime” diyor bir anneanne. “Biz de çocuk büyüttük, siz 2 çocuğa bakamıyorsunuz” demiyor hiç kimse. ** 50 yaş üstü kadınların muhabbetlerini dinliyorum. Bir kadınla karşılaşıyoruz arada. 58 yaşında. Müthiş pozitif enerji dağıtıyor etrafına. Anaokulunda çalışıyormuş son 5 senedir. Hiç komplekse kapılmadan “Ev hanımıydım ben. Önce çocuklarımı büyüttüm, sonra anneme baktım” diyor. Muhabbet çocukla devam ediyor. “Çok şükür 30 yaşındaki oğlumu evlendirdim geçen sene. İnşallah (Arapça söylüyor bunu) geri gelmez“ diyor. “Aaa bu bizim oğlunu evlendiren Ayşe Teyze değil mi diyorum” içimden. ** Crtsi sabah 10’da beni salondan çıkarken gören bir kadın „Ne güzel erkenden gelmişsin” diyor. “Kalktığımız gibi gelmezsem gelemiyorum ev işlerinden” dediğimde “Ev işleri bekleyebilir” diyor. Aaa aynı annem gibi konuştu diyorum. “Babaları yapar” dediğimde “Daha da iyisi! Bizim zamanımızda biz yaptıramadık!” diyor. Aaa şimdi de kayınvalidem gibi konuştu diyorum. ** 70 yaş üstü zengin kadınların muhabbetlerini de keyifle dinliyorum. Teyze yanındaki kadına anlatıyor: Geçen gün denedim Tesla’yı. Beğenmedim, almadım. Belki de ben kullanmayı beceremedim. ** Bir kadın duruyor yanımda. Ayaküstü muhabbet ederken kendinden bahsediyor: “Ben Makedonya’da Hukuk okudum. 11 sene Bakanlıkta çalıştım.” “Şimdi ne yapıyorsunuz?” diye sorduğumda, “Bir Huzur Evi’nin mutfağında çalışıyorum. Almanya’ya geldiğimden beri bedensel işler yapıyorum” diyor. “Bu konuyu muhakkak uzun uzun konuşmalıyız” deyip numaramı veriyorum. ** Spor salonundaki dayanışmayı izliyorum bazen. Kimsenin cesaret edemediği bir şey denemek istiyor bir kadın. “Galiba yapamayacağım” dediği yerde diğer kadınlar onu desteklemeye başlıyor sözleriyle. Tezahürat edenler oluyor. Kadın başardığında alkış kopuyor salonda. Wow! Kadını nasıl da kendine inandırdılar diyorum! ** Bir sene önce yeniden başladığım Fitness’e son üç aydır hergün gidiyorum. Kas geliştirmek, kilo vermek, forma girmek için gitmiyorum. Hiyerarşiden uzak kalmak istediğim için gidiyorum. Çevremdeki insanların mesleklerini, mal varlıklarını, pozisyonlarını duymadan ilişki kurmak istediğim için gidiyorum. Gülümseyen insan görmek istediğim için gidiyorum. Bir de herkes gibi stres atmak, zihnen rahatlamak, zinde kalmak için. Ve her gittiğimde, kendimi oraya ait hissediyorum. (Fitness deyince aklınıza o koca koca salonlar gelmesin. Küçücük bir salonda, en fazla 15 kişinin bir çemberde (Zirkeltraining), 5 kişinin aletlerde (Ausdauertraining) spor yapabildiği bir ortam)
Meryem’in tenis oynayamayan annesi
Meryem’in tenis oynayamayan annesi Dün oğlumu tenis oynarken izledim. Yanımda duran kızım da oynamak isteyince “Ben de oynamak istiyorum ama bak oynayamıyorum” dedim. “Neden oynamıyorsun?” dedi. Nerden başlasamki anlatmaya. Çıkışta antrenör kızla konuştuk. “Başörtülü olduğum için senelerdir tenis oynayamayacağıma inandım. Minik etek giymek zorunda mıyım?” deyince “Tabiki hayır” dedi. Konuşmaya şahit olan oğlum eve dönerken “Anne sen niye benim yaşımda tenise başlamamıştın?” diye sordu. Nerden başlasamki anlatmaya.. Bu sabah patenlere bindik, çıktık yola. 4 yaşındaki kızımın elinden tutuyordum. O sırada arabasıyla yoldan geçen 80 küsür yaşındaki komşum durdu: “Sen düşme ki çocuk da düşmesin” dedi. “Çocuk düşmezse ben de düşmem” dedim. Kızım “Neden öyle dedi?” dedi. Nerden başlamasamki anlatmaya.. Evin yakınlarındaki Skater Park’a ulaştığımızda diğer komşumu gördüm. O da çocuklarıyla gelmiş. 40 küsür yaşlarında. “Cesaretin var mı burdan kaymaya?” dedi. “Pek yok. Ama belki denersem aşarım korkumu”, dedim. “Benim de yok. Ben de hiç denemedim”, dedi. Konu patenlerden açılınca sporla devam etti. Kendisi Handball ile büyümüş. Şimdi de çocuklara antrenörlük yapıyormuş. “Biz maalesef sporla büyümedik” deyince “Ama baban güreşçi değil miydi?” dedi. Nerden başlasamki anlatmaya… Önce o başladı anlatmaya. Çocukluğunu, kendi çocuklarını anlattı biraz. Sonra antrenörlüğünü. Handball’a Türk, Arap kültürlerinden pek ilgi yokmuş. Neden Türk ailelerin Handball’a ilgisi olmadığını sordu. “Ben kendim Handball oynayabildim mi ki çocuğumu oynatayım?’ demek istesem de “Bu ilgisizliğin arkasında farklı farklı nedenler var. Ben mesela en son okuldayken Handball oynadım. Örtündükten sonra kulüblerde spor yapma imkanım olmadı” dedim. Sonra o dönemin şartlarını konuştuk. Engellenen kızları. Bazı ailelerde engel anne babaydı. Anne baba özgür bıraksa, mahalle engelliyordu. Bazı başörtülü kızları ise öğretmenleri, spor kulüpleri engelliyordu. Basketbol kulübü başörtülü kızları maçlara çıkartmıyordu. Maça çıkartmayacağı kızları çalıştırmak istemiyordu. Okullarda bikini giyinmeyen kız çocukları yüzme derslerine katılamıyordu. Havuzlar zaten haşemaya izin vermiyordu. Bisiklet sürmek, paten kaymak Türk kültüründe ayıplanıyordu. Başörtümüzü çıkartsaydık kökten çözer miydik bu sorunu? Evet! Anında! Ama çıkartmadık. Mücadele ettik! Spordan uzak yetişmiş anneler de olsak, Tenis kulübüne “Mini etek giymek zorunda mıyım?” diyecek kadar açıksözlü, Yüzme havuzunda haşemadan rahatsız olduğu için şikayetçi olan ninelere “Benden rahatsız oluyorsanız ben bu hafta hergün 14-16 arası burdayım. Haberiniz olsun” diyecek kadar cesur, Çocuklarını antrenmanlara yetiştirecek, saatlerce maçlarını izleyecek kadar spor sevdalısı, Attığı her golde bağıracak kadar eğlenceli, “Acaba ben de bir gün topu atarken potada sallanabilir miyim?” diyecek kadar hedefe odaklı, Pozitif ruhlu, sportif ruhlara sahip kadınlar olduk. Birçoğumuzun kendi tercihi değildi spordan uzak kalmak. Zamanla şartlar değişti. Başörtüsü artık spor yapmaya engel değil. Babalar (istisnalar hariç) çocuklarının spor yapmasına engel değil. Eşler (istisnalar hariç) eşlerinin spor yapmasına engel değil. Mahalle hala engel de olsa, mahalleyi değiştirmek eskisi kadar zor değil. Yapılabilecek tek birşey var. Kabuğu kırmak! Kolay olmuyor o kabuğu kırmak. Bazen insan kendini ikna edemiyor. Bazen ikna ettiği yerde çevresi tekrar eski alışkanlıklarına dönmesi için ikna ediyor. Motivasyon kaynaklarına ihtiyacımız olabilir. Bir kaç motivasyon kaynağım var. Biri Stadtradeln. Diğerilerinden bir başka yazıda bahsederim. Stadtradeln’i duymuşsunuzdur. Bizim anaokulundan katılan 19 kişiden biriyim. Hedefim birinci olmak değil, motivasyonumu daim kılmak. Zaten birinci olmam mümkün değil. 20 gün oldu başlayalı. Birinci sırada yer alan kişi 465 km yol yapmış bile. İkinci kişi 268 km, üçüncü kişi 250 km. Sizin spor hayatınız, alışkanlıklarınız ne durumda? Düzenli ise, nasıl düzene soktunuz? Düzenli değil ise, hangi engellere takılıyorsunuz?
Özlemini çektiğim buluşma
Göçmen kökenli aileler neden yardım etmiyor?
Göçmen kökenli aileler neden yardım etmiyor? İki arkadaşla buluştuk. Farklı gün ve saatlerde. İkisi de anaokullarında Aile Birliği Başkanı. Biri göçmen kökenli, diğeri değil. Farklı eyaletlerde yaşıyorlar. İkisinden de aynı cümleyi duydum. Şöyle dediler: “Göçmen kökenli aileler anaokullarında yok sanki.” Göçmen kökenli Aile Birliği Başkanı anlatıyor: “Toplantı yapıyoruz. İçlerinde tek göçmen kökenli olan benim. Görev paylaşımı yapıyoruz, yardım eden de, Waffel yapan da Alman aileler. Diğer aileler ortada yok” Diğer arkadaş ise şöyle diyor: “Anaokulunda ailelerin büyük bir kısmı göçmen kökenli ama Aile Birliğinde herkes Alman. Bazı mektupları farklı dillere tercüme etmek istiyoruz. Almanca bilen göçmen kökenli ailelerden bile yardım alamıyoruz.” Problem senelerdir aynı. Enteresan olan, anaokullarında Almanca bilen ailelerin artmasıyla birlikte bu sorunun çözülememiş olması. Demek ki sorun senelerdir anlatıldığı gibi “dil engeli” değil. Gerçekten engel dil olsaydı, bizim annelerimiz de takılmış olması gerekmiyor muydu bu engele? Annem bizim anaokulunda düzenlenen bütün aktivitelere, satışlara katılır, standda durur, anaokulunun bağlı olduğu kilisedeki programlara bile katılırdı. Giyim tarzı (pardesü ve başörtüsü) bile engel olmamış sosyal ilişkilerine. Seneler sonra anaokulları öğretmenleriyle markette bile karşılaşsa muhabbet etmeye çalışırdı. Senelerce bize anaokulunda yapılan faaliyetleri ve bize karşı olan ilgilerini anlattı. Öğretmenlerin isimlerini unutmadı. Vefat edenlerden de haberdar oldu. Hala hayırla yad eder anaokulumuzu. Arkadaş “Göçmen kökenli aileler sence neden yardım etmiyor?” dedi. Gözlemlediğim göçmen kökenli ailelerden bahsettim biraz arkadaşa. Öncelikle Aile Birliği Başkanı olan göçmen kökenli arkadaşımdan, onun gibi anaokullarına büyük katkısı olan arkadaşlarımdan bahsettim. “Ama” dedim. “Bazı aileler için önemli olan anaokullarındaki faaliyetler değil, çocuklarının 8-16 arası evde olmaması. Bu aileleri unut.” “Bazı aileler o kadar yoğun ki (!) asla anaokullarındaki etkinliklere vakitleri yok. Bu aileleri de unut.” “Bazı aileler sadece şikayet edilecek bir konu olduğunda çıkar ortaya. Onları da unut.” Sonra ulaşabilecekleri ailelerden bahsettim. Belki de problem ailelerin yardım etmiyor olması değil, onlara bu imkanın tanınmıyor olmasıydı. Anaokullarındaki gruplaşmalardı belki de engel olan. Grupların yeni insanlara kapılarını açmıyor olmasıydı. Kimseyi tanımayan annelerin birbirini senelerdir tanıyan ailelerin arasına giremiyor olmasıydı. Farklılıklara olan itici muamelelerdi belki de. Belki de başörtülü bir anne yardım etmek istemediği için değil, gördüğü itici muameleyi ikinci kez görmek istemediği için gelmiyordu. “Bazen insanların bakışları yetiyor kendini kötü hissetmek için” dedim. Belki de var olamıyordu o anne o ortamda. Belki de görmüyorlardı. “Aile Birliğinde olduğu halde selam vermeyen, silik davranan anneler var anaokullarında” dedim. Anlattım da anlattım şahit olduğum olayları. Büyük bir ilgiyle dinledi. Yine de merak ediyorum. Sizce neden yardım etmiyor göçmen kökenli aileler anaokullarında?
İdeallerimizi mi değiştirsek?
Bir kadın yöneticinin hayatıma kattıkları..
Bir kadın yöneticinin hayatıma kattıkları.. İsmi Katja. Benim eski patronum. Yakın zamanda emekli oldu. Kadın yöneticilerin hayatımı ciddi manada yıprattığı bir dönemde girdi hayatıma. Yüzü gülen bir yöneticiydi. İşine geldiğinde gülümsemiyordu. Sürekli gülümsüyordu. İnsanları gülümseyerek karşılıyordu. Sabahları koridorda karşılaştığı herkese “Nasılsın?” derdi. Bazen ayak üstü muhabbetler kahkahalarla biterdi sabahın 8’inde. Bazen bizden sonra gelirdi. Kahkahalarını duyar, “Katja gelmiş” derdik. “Nasılsın?” dediği kişilerden biri de bendim. 5 aylık hamileydim onun yanında işe başladığımda. Sıkıntılarımı bilirdi. Hemen hemen hergün başım ağrırdı. Çok güçsüz ve yorgun hissederdim kendimi. Beni ilk lavaboda gördüğünde “Odamda koltuk var, kendini iyi hissetmediğinde gel uzan” dedi. Sonraki günlerde tekrarladı teklifini “Odama gel kendini kötü hissettiğinde” İşyerimi çok seviyordum. Bedensel kendimi kötü hissetsem de ekibin ruhu, işyerindeki atmosfer bana güç veriyordu. Yüzü gülmeyen, espri yapmayan insan yoktu. ‘Çay veren adam hiç kötü olur mu?’ diyor ya İsmail Abi Çay içiyordu bizim işyeri. İçlerinden biri siyah çayı çok sevdiğinden semaver almış işyerine. Çay bardaklarını dizmiş çayın yanına. Giden gelen içiyor. İşyerinden enerji alıp gidiyordum eve. Katja gönüllü işler yaptığımı biliyordu. Beni çevresinden bir kızla tanıştırmak istedi. 19 yaşındaymış. Abisi okumasına izin vermiyormuş. “Bu kızın geleceği sözkonusu. Bir diploması olmazsa ömrü boyunca sıkıntı yaşar” dedi. Abisini ikna etmenin yolunu da biliyordu. Kızı benimle tanıştıracak, Abisi bana güvenecekti. O kafa yapısındaki erkeklerin Müslüman olmayan kadınlara güvenmediklerini biliyordu. Birlikte bir Cafe’ye gittik. Düşünebiliyor musunuz? Koca koca işlerle meşgul olan bir kadın öğle paydosunu 19 yaşındaki bir kızın geleceğine ayırmıştı. Daha sonra öğrendimki sık sık evlerine gider, abisini ikna etmeye çalışırmış. Doğuma altı hafta kala ayrıldım işyerinden. Katjayla görüşmeye devam ettik. Bana yakın bir yerde oturuyordu. Doğum yaklaştıkça sıkıntılarım artıyordu. Bir yardımcı buldu bana kendi çevresinden. Önce birlikte evi temizliyor, ardından kahve içip, muhabbet ediyorduk. Kadın meğer Suriye’de öğretmenmiş. Burda geçici bir süre evlere temizliğe gidiyormuş. Sadece 3 ay yardıma gelse de sonrasında irtibatımız kopmadı. Almanca kursu bitti. Kadınlara özel bir eğitime katıldı. Şimdi iş hayatına hazırlanıyor. Katja sayesinde birbirimizi tanımıştık. Doğumdan sonra yeniden yazıştık Katjayla. Bahçesinde Yaz şenliği varmış. Bir aylık kızımla gittik oraya. Bahçe tıklım tıklım. Bir masaya toplanan ailelerle tanıştırdı beni. Hepsi Suriye’den geldikten sonra tanışmış Katja’yla Çok iyiliğini görmüşler. Birisi “Katja bizim herşeyimiz” dedi. Bir diğeri “Katja benim kalbim” dedi. “Ah benim de” dedim. Nasıl da sevdirmişti kendini. Suriye göçünün üzerinden üç sene geçmiş olmasına rağmen ailelerle irtibatını kesmemişti. İstese bir süre yardım eder, sonra irtibatını kesebilirdi. O onları özel hayatına almış, arkadaşlarıyla tanıştırmıştı. Hedefi buydu belki de. Yaşadığı yerde yerlilerle yeni gelenleri kendi bahçesinde düzenlediği bir şenlikle tanıştırıyordu belki de. Yönetici kadındı. Plan, proje kadınıydı. Tek başına planlıyordu pek çok işi. Tek başına kalkabiliyordu pek çok problemin altından. Ama gerginliğini bize yansıtmıyordu. Yüzü asılmıyordu bize karşı. Sahneye çıkıyordu konuşma yapmaya. Şirket yöneticilerinin, politikacıların akademisyenlerin olduğu programlarda mikrofona geldiğinde önce içten gülümsüyordu herkese. Kalbiyle konuşuyordu sanki. Katja benim idolüm. Güleryüzü, İnsana verdiği değer, Kalbindeki merhamet duygusu, Yardımsever yönü, Kimseyi aşağılamadan, korkutmadan, yıldırmadan yaptığı yöneticilik, Organizatör ruhu, Hedefleri, planları, projeleri, Problem çözme yeteneği hayatımın her an her yerinde. Dün bir kez daha çıktı Katja karşıma. Çocuk kitabımı Google’a yazıp bugüne kadar yapılan paylaşımları topladım blog için. Bir baktım Katja. Kitabım çıktığı gibi kendi hesabından paylaşıp tanıtmış, ben ise unutmuşum o anı. Katja sadece başarılı bir iş kadını değil. Arkasından gelen genç kadınları yetiştiren bir rehber adeta.
Sen oynamasını bilmiyorsun ki!
Anaokullarında Ramazan Postası
Anaokullarında Ramazan Postası Anaokulları için hazırladığım Ramazan çalışması geçtiğimiz hafta Klett Kita Yayınevi tarafından yayınlandı. Çalışma “Rundum stark in allen Bildungsbereichen” adlı kitapçığın içinde yer alıyor. Çalışmanın adı: Wir haben Ramadanpost! (Ramazan postamız var) Neler var içinde? İki çocuklu, bir kedicikli Ramazan hikayesi Hikayeye uygun fotoğraflar Konuya uygun bir aktivite Ramazan’a dair önemli bilgiler Anaokulu öğretmenlerinin kullanabileceği metodlar Çalışma 10 sayfa. Çalışmanın kapağını bu postun altında yayınladım. Çocuklarınızın anaokulu öğretmenlerine tavsiye edebilirsiniz. Kitapçığa ulaşmanın tek yolu senelik abone olmak veya 15 Euro’ya denemelik abone olup 14 gün içerisinde aboneliği iptal etmek. Kitapçığın sipariş numarası: 866270 UPDATE! 20.09.2023 Çalışma Klett Kita Verlag’ın kendi sitesinde yayınlandı. Siteye gitmek için tıkla: Wir haben Ramadanpost!
Anne bizim evimiz depremde yıkılmaz değil mi?
Anne bizim evimiz depremde yıkılmaz değil mi? Depremin üzerinden 18 gün geçti. Oğlum hala derste bu konuyu konuşmadıklarını söylüyor. Okulundan da herhangi bir mail gelmedi. Oysa Türkiye’den çok fazla göç almış küçük bir şehirde yaşıyoruz. Zamanında Türkçe sınıflar bile varmış Türkiye’den gelen ailelerin çocukları için. Bu kadar ilgisiz kalınması, depreme şahit olmuş yüzlerce çocukla bu konuların konuşulmaması şaşırttı beni. Umarım diğer sınıflarda konuşulmuştur ve benim haberim yoktur. Öğrencilerden biri oğluma “Türkiye’de savaş var” deyince oğlum şaşırmış. “Anne çocuk savaş var sanıyor” dedi bana. Okul konu etmese de oğlumun gündeminden düşmüyor deprem. Yarın 8 yaşına girecek. Anlayamadığı konuları tekrar tekrar soruyor. Belki de korkuyor. Bu sabah aramızda geçen konuşma: “Anne bizim evimiz depremde yıkılmaz değil mi?” Yıkılmaz inşallah. Almanya’da binalar depreme dayanıklı yapılıyor. “Türkiye’de yapılmıyor mu?” Yapılıyor. Ama yapmayanlar da var. O yüzden yıkıldı binalar. “Ya bizimki de sağlam değilse? “ Sağlamdır inşallah. Almanya’da binalar sağlam yapılıyor. “Türkiye’de yapılmıyor mu?” Orda da yapılıyor. Ama bazı kişiler sağlam yapmıyor. Aslında kurallara uymuyorlar. “Polis yok mu Türkiye’de?” Var. “Bu binaları yapanlar tutuklanacak değil mi? Onlar yüzünden insanlar öldü. Annesi babası ölen çocuklar ne yapacak şimdi?”
Sebepler dairesinde dolaşırken..
Sebepler dairesinde dolaşırken.. “De ki Allah bana yeter.” İki gün önce eve dönerken balkondaki komşum Frau W. ile karşılaştım. Konuşmaya başladığımda sesimin kısıldığını farketti. “Test yaptırdım. Galiba Corona oldum” dedim. Bir süre sonra Frau W. mesaj gönderdi. Eşinin geçirdiği Corona’dan yola çıkarak neler yapabileceğimi yazmış. Birkaç saatte bir mesaj yazıyor, durumumu soruyor, dışardaki işlerimle ilgilenmeyi teklif ediyordu 65 yaşındaki kadın. Ara ara önerilerini yazıyordu: Doktorunu ara rapor iste. İlaç da yazmasını söyle. Ben gider alırım. Akşam evde Corona testi kalmadığını farkettim. Haber verdim. Acil olmadığını söylesem de ertesi sabah 7 de 70 yaşındaki eşi Herr W. bize test almak için markete gitmiş. Gezmeye çıktıklarında testleri kapımızın önüne bıraktılar. “Birşeye ihtiyacın olduğunda beni ara!” deyip gitti Frau W. Doktor raporumun alınması gerekiyordu. O an yolda olan Frau W.yi aradım. Doktorun öğle paydosuna girmesine 1 saat vardı. Ya hemen alacaklardı ya da öğleden sonra. Hemen gidip almışlar. Dönüşte raporu ve ilacı kapımın önüne bıraktılar. Frau W. gün içerisinde mesajlar göndermeye devam etti. Raporumu hatırlatmıştı. Hem benim hem de eşimin sağlık durumunu soruyordu. Aylardır böbrek taşı ağrısı çeken eşim hastanedeydi. Ben de çocuklarla karantinaya girmiştim. Dün kapıda bir paket daha bekliyordu beni. Önce anlayamadım. Bahçemizde çalışan abiye sordum: “Abi siz mi koydunuz bu ekmeği?” “Evet” Yine anlayamadım. Acaba onlara yemek hazırlamam için miydi? Tekrar sordum. “Bize mi?” “Evet” dedi ve gitti. Hal diliyle cevap vermişti. Ne kadar düşünceliydi. İki haftadır bahçede çalışmaya ara veren abi, tam da eşimin hastaneye yattığı, benim karantinaya girdiğim hafta çalışmaya başlamış, durumumuzdan haberdar olmuş ve bize ekmek getirmişti. Hepimizin çaresizliğini iliklerine kadar hissettiği anları var. Allah biliyor o anlarımızı. Duyuyor dualarımızı. Gönderiyor yardımını. *** Gönderdiğiniz mesajlar için teşekkür ederim..
Bize Meryemini anlat..
Bize Meryemini anlat.. Meryem & Maria’nın online buluşmaları sona erdi. Bu da programın değerlendirmesi. Dokuz hafta boyunca Almanya’nın dört bir yanından 20 hanımla online buluştuk. ‘Bize Meryemini anlat’ diyerek başladık programa. Yayına katılan kadınlar özelliklerini anlattı. Sonra ihtiyaçlarını. Herkes kendine bir ihtiyaç kavanozu hazırladı. Günlerini, haftalarını planladı. Kendine hedefler koydu. Sonra gruplara ayrıldık: 5 yaşındaki Meryem 15 yaşındaki Meryem 25 yaşındaki Meryem 40 yaşındaki Meryem 65 yaş ve üstü Meryem Her grup bir yaş grubu üzerine çalıştı. Anaokuluna giden Meryem’in hassasiyetleri, ailelerin beklentileri, ciddiye alınan ve alınmayan talepler sıralandı. Meryemler okullarda neler yaşıyor? Neler hissediyor? Nasıl mücadele ediyor? Diğer grup iş hayatına hazırlanan Meryemleri bekleyen imkanları ve engelleri tesbit etti. Göçmen kökenin, dış görünümün, çokdilliliğin getirdiği pozitif ve negatif ayrımcılıkları konuştuk. Yaşlanan Meryemlerin hayatını, sosyal hayatlarını, huzur evlerini, bakım servislerini, onlara sunulan ve sunulmayan imkanları konuştuk. Gözlemlerimizi paylaştıktan sonra Brainstorming yaptık. İş hayatımızda ve gönüllü projelerde ne gibi yeniliklerle değişiklikler yapabiliriz? Meryemler hangi projeleri göçmen kökenleriyle zenginleştirebilir? Yaşadıkları şehirlerde diğer kadınlarla bir araya gelerek topluma nasıl katkılar sağlayabilir? Son konumuz sosyal medyaydı. Meryemler sosyal medyayı nasıl kullanıyor? Sosyal medya Meryemlere ne gibi imkanlar sağlıyor? Dolu dolu geçti dokuz hafta. Herkes katkı sağladı programa. Yirmi kadın hem yayında, hem de grupta her daim söz hakkına sahip oldu. Birbirlerini dinlediler, desteklediler. İhtiyaçlarını, eksiklerini hiç çekinmeden dile getirdiler. Canlı yayınlar bittikten sonra bir sonraki yayına kadar hergün Telegram’dan yazıştık, linkler paylaştık. Salı Günü (29.03.2022) vedalaştık. Grup dağılsa da, herkes olduğu yerde birşeyler yapmaya, toplumda var olmaya ve topluma katkı sağlamaya devam edecek. Bir kez daha programa katılan, yayınlara katılabilmek için emek veren (özellikle küçük çocuklu anneler), fikirlerini paylaşan, diğerlerini dinleyen, grubu motive eden ve veda günü süpriziyle beni mutlu eden herkese teşekkür ediyorum. Hepinizi çok sevdim. Ayrılsak da beraberiz 🙂 Çalışmalarınızı benimle de paylaşın lütfen. Feedbackler:
Meryem & Maria – Online Buluşma (2)
Meryem & Maria – Online Buluşma (2) İkinci yayın bu akşam sona erdi. Bugünkü konumuz 40 yaşındaki Meryemdi.. Meryem toplumda kendini nasıl ifade ediyor? Kendi iç dünyasında neler oluyor? İhtiyaçları neler? Ne kadar memnun kendinden? Ne kadar cesur? Ne kadar özgür? Meryem’in hayatı ne durumda? Sağlığı ne durumda? Aile, akraba, arkadaş ilişkileri ne durumda? İbadetleri ne durumda? İki çalışma yapacak Meryemler bu hafta. Kendileriyle buluşacaklar. Boşalan depolarını tekrar dolduracaklar. O sırada Telegram’dan görüşmeye devam edeceğiz. Herkes yaptığı paylaşımlarla birbirini motive edecek. Dinamik ve enerjidolu haftalar bizi bekliyor..